Bir sabah uyanırsın. Elin yüzüne gider, aynaya bakarsın. Yüz, tanıdıktır. Duyuların sana "gerçek" olduğunu söyler. Zemin ayağının altındadır. Hissedilen şeyler, sorgulanmaz. Öyle değil mi!
Ama ya bu hissin kendisi programlanmışsa?
Ya bütün bu gerçeklik, bir yazılımın çalıştırdığı ileri düzey bir simülasyondan ibaretse?
Oxford'lu filozof Nick Bostrom'u adını mutlaka duymuşsunuzdur. Onun hipotezi, tek bir soruya dayanır:
Eğer yeterince gelişmiş uygarlıklar, atalarının bilinçli varlıklarını bilgisayar ortamında simüle edebilecek güce erişebilirse, bu durumda bizim "gerçeklik" dediğimiz şeyin bir simülasyon olma ihtimali neden düşük olsun?
Belki de sen, ben, hepimiz…
Zerre zerre değil, bit bit varız.
Bir bilinç değil, kod parçacığıyız.
Ve işte burada ilk çöküş başlar:
Gerçek sandığımız şey, yalnızca inandığımız şeydir.
Tuhaf gelecek ama…
Bu fikir aslında yeni değil. Platon'un Devlet eserini okuyanlar mağara alegorisini bili. Orada insanlar yalnızca gölgeleri gerçek sanır. Oysa asıl gerçeklik dışarıdadır.
Matrix filmi de bu düşünceyi modernleştirerek ele almıştı. Makineler tarafından yaratılan bir sanal gerçeklikte yaşayan insanlar, bu sistemin varlığından habersizdir.
Gerçeklik, hep bir temsil olmuştur.
Bir yankı.
Bir iz.
Ama asla kendisi değil.
Bilincimiz Simüle Edilebilir mi?
Simülasyon hipotezi, yalnızca evrenin doğasına değil, insanın özüne de meydan okur. Eğer bilinç yapay yollarla simüle edilebiliyorsa, o zaman özgür irade ne olur?
Hatıralarımız, aşklarımız, acılarımız…
Hepsi belirli kod bloklarının ürünü müdür?
Peki, eğer öyleyse, acı neden bu kadar gerçektir?
Neden kaybın ardından gelen o boşluk, yalnızca bir veri değil de içimizde yankılanan bir sessizliktir?
Yaratıcı mı, Yazılımcı mı?
Eskiden bu tür sorulara cevap yaratıcıya. Şimdi ise tekniğe atfediliyor.
Yaradan yerine kodlayan var.
Dua yerine log dosyası,
Kader yerine yazılım algoritması…
Ama değişmeyen şey şu:
İnsan hep sınırda yaşar.
Gerçekle hayal, içeriden bakışla dışarıdan görünüş arasında.
Ve hep şu soruyu sorar:
Ben kimim?
Ve Yine Eksiklik…
Tıpkı Theseus'un Gemisi gibi, burada da bir eksiklik vardır.
Belki de simülasyon olsak bile, bu farkındalık bizi "gerçek" kılar.
Çünkü farkında olmak, bir yapay zekâdan daha fazlasıdır.
Çünkü soru sormak, koddaki boşluktur.
Ve eksiklik hem insanca hem gerçekçe olanın işaretidir.
Paradoksun kendisi aslında nedir?
Gerçek olduğumuza inanarak yaşıyoruz.
Ama belki de bu inanç, simülasyonun en güçlü satırıdır.
Yine de sorular soruyoruz.
Yine de seviyoruz.
Yine de kaybediyoruz.
Ve işte bu yüzden, belki de simülasyonda olmak, yaşamayı değersizleştirmez.
Aksine, her satırı kıymetli bir yazı haline getirir.
Çünkü tanımlanmış her sistem sonludur.
Ama eksik olan…
Hâlâ işlemektedir.
Yenisi kodlanıyor olabilir mi?