Modern insan, elinde fenerle gölgeleri kovalayan bir kâşife benzer. Her şeyi ölçmek, her olguyu etiketlemek, her gizemi laboratuvar masasına yatırıp kanıtlamak ister. "Kanıtın var mı?" sorusu, çağımızın parolasıdır. Peki ya kanıtın kendisinin bir pranga olduğu hakikatler varsa? Ya aramaya çalıştığınız delil, onu aramaktan vazgeçtiğinizde ortaya çıkıyorsa?
Anlatılır ki, yaşadığı devrin en büyük âlimlerinden biri, Allah'ın varlığına dair bin aklî delil sıralayabileceğini söylermiş. Meclislerde mantığıyla herkesi susturup şüphe bulutlarını bir bir dağıttığını sanırmış. Bir gün yolu, sükûtu bilgeliğiyle tanınan bir arifin yanından geçmiş. Oradakiler hayranlıkla, "Efendim, şu geçen zat, Allah'ın varlığına bin delil getirir!" demişler.
Arif, başını usulca kaldırıp acı bir tebessümle fısıldamış:
Vah zavallıya! Demek kalbinde bin tane şüphe taşıyormuş da her birine bir kalkan arıyormuş.
Bu söz, imanın coğrafyasını aklın haritasında arayan herkese bir pusuladır. İman, delillerle inşa edilen bir kale değil; teslimiyetle açılan bir kapıdır. Delil aramak, o kapının önünde durup anahtar deliğinden içeriyi görmeye çalışmaktır. Oysa iman, "Kapının ardında ne olduğunu bilmiyorum ama sahibine güvendiğim için çalmadan içeri giriyorum," diyebilmektir.
Peki, bu cesaret nereden gelir? O, ruhumuza kodlanmış ilahî bir mirastır. Her insan, Yaradan'ın Esmâ'sından, yani O'nun güzel isimlerinden bir zerre taşır. İçimizde, hakikati yansıtmaya hazır, kristal bir ayna vardır. Ama bu aynalar paslanmış; kibir, hırs, korku ve dünya telaşıyla katman katman örtülmüştür. Buğulu bir cama bakıp da net bir görüntü beklemek ne kadar abesse, paslı bir kalple hakikati görmeyi ummak da o kadar beyhudedir.
Yol bellidir: aynayı parlatmak. Bu, üç aşamalı, sabır ve samimiyet isteyen bir zanaattır.
İlk cila, tövbe. O, nedametin, samimi gözyaşıyla ıslatılmış ipek bezidir; geçmişin kirini, pasını kazır. Sadece bir "pardon" değil, kalbi fabrika ayarlarına döndüren bir sıfırlamadır.
İkinci adım ibadet sırrı. Namaz, dua, zikir… Bunlar yalnızca ritüel değil, aynanın yansıtma gücünü artıran ilahî sırdır. Her secde, buğuyu biraz daha giderir, her dua yansımayı netleştirir.
Son dokunuş, muhabbet çerçevesidir. Çerçevesiz ayna nasıl kırılgansa, sevgisiz kalp de o kadar savunmasızdır. İlahî sevgi kalbi öyle bir korumaya alır ki, artık hiçbir olumsuzluk onun parlaklığını silemez. Bu çerçeve, bakılan her şeyde O'nun sanatını, O'nun güzelliğini görmeyi sağlar.
Bu noktada akıl ile kalp arasındaki kadim dans başlar. Akıl, menfaat bekçisidir; sürekli kâr-zarar hesabı yapar: "Verirsem azalırım, seversem incinirim, güvenirsem aldatılırım."
Kalp ise verme memurudur: "Verirsem çoğalırım, seversem bütünleşirim, güvenirsem özgürleşirim," der. Onun matematiği farklıdır.
Gerçek sezgi, aklın hesap defterlerinde değil; kalbin sınırsız cömertliğinde filizlenir. İnsan, aklın fısıltılarını susturup kalbin sesine kulak verdiğinde; "ben"in dar zindanından çıkıp "biz"in enginliğine adım attığında, işte o zaman aynası parlamaya başlar.
Ve o parlak aynada bir şeyler görür; Hakk'ın muradını, evrenin ardındaki ilahî amacı sezer. Ama bunu dile getiremez; kelimeler yetersiz kalır. Tıpkı bir şaheserin karşısında donup "Vay be…" diyebilmek gibi. Çünkü yaşanan, anlatılandan her zaman büyüktür.
Sonuçta, imana delil aramak, okyanusun tadını bir kaşık suda aramaya benzer. Okyanusa ulaşmanın yolu, delil toplamak değil; okyanusa doğru akan bir nehir olmaktır. Ez cümle, kalbi temizlemek, benlikten vazgeçmek ve teslimiyetle akmaktır. Asıl delil, varılan okyanusun ta kendisidir.